19 Eylül 2016 Pazartesi

Demirle Muhabbet Terapisi


Pazar sabahının kör vaktinde, herkes uykusunda mışıl mışılken biz parka gidicez diye attık kendimizi dışarı. E sabah saat erken, hava serin, mis.

Anne yağmur yağmış sanırım. Hava çok güzel kokuyor. Keşke babam da uyanıp bizimle gelseydi.

İnsanlık için 3 basit cümle. Benim için annelikle ilgili başarmak istediğim meselelerden üçüne yaklaşabilmişim hissinin yarattığı coşku.
Çocuğum doğada olan bitene dikkat ediyor. Bundan keyif alıyor. Yaşadığı keyifi ailesiyle paylaşmak istiyor.
Yine nerden nerelere geldim di mi?
Napcaksınız ben de böyleyim. 

Yukardaki fotoğrafın metni de bütün günü Mirayla geçirip gece uykuya dalmadan önceki son cümlesi.

Anne Mira çok güzel bi kız.

O zaman kalp. O zaman uçuşan kelebekler. O zaman dans.




1 Eylül 2016 Perşembe

Anne! Aklıma bir fikir geldi!



Sitenin girişindeki güvenlik kulübesinde Atatürk resmini her gördüğünde aynı soruyu yapıştırıyor. İstinasız her seferde. Belli ki cevabımı beğenmiyor çocuk.
Anne Atatürk neden öldü?
Çünkü bütün insanlar ölür oğlum. Doğarlar, büyürler, yaşarlar, yaşarlar baya yaşar sonra yaşlanır ve ölürler.(İç ses: Ne kadar batırdım acaba bu hassas mesele hakkında konuşmayı:/)
Sonra tekrar Atatürkler doğar mı?
Doğabilir tabi. Doğan bazı bebekler büyüyünce Atatürk gibi olabilir. Sen de olursun belki.
Sessizlik.
Tamam anne. Ama ben ölmeyen Atatürk olucam.
Sessizlik.

Hayatta insanın bir zamanlar kucağında pelte gibi taşıdığı ve "inga" lardan öte pek de konuşmayan çocuğuyla muhabbet etmesi kadar muhteşem çok az şey var. Çocuğum mu arkadaşım mı hayatımın bilirkişisi mi belli değil.Düşük çenelim hep konuşsun. Konuşsun da şikayet mi edeceğim kafam şişti diye şükredip gözlerimi mi süzeceğim hiç bilemeyim. Amin.

13 Haziran 2016 Pazartesi

Okul Meselesi


Koca bir Ahhhh! çekerek başlamak istiyorum satırlarıma. Ve yavrusunu çok daha küçükken kreşlere okullara tüm gün bırakmak durumunda kalan bütün arkadaşlarımın, arkadaşım olmayan annelerin, çocuğunu bir yere emanet etmek zorunda kalan herkesin önünde saygıyla eğiliyor; şans, sabır, güç diliyorum. Gönül isterdi ki bütün çocuklara(anneleri isterse) minimum 2 yaşına kadar anneleri baksın, sonrasında çocukların sabahın kör saati ile akşamın karanlığı arasında kreşlerde oyalanmak zorunda kalmadığı, daha insani şartlarda çalışabilsin tüm anneler. Devlet kadına nasıl ve kaç tane doğuracağını buyuracağına, evladını gözü arkada kalmadan gönderebileceği okullar, kreşler, bakım hizmetleri sağlayabilsin. Ama bunları konuşacak bir coğrafyanın da zaman diliminin de ışık yılı uzağındayız. O yüzden delirmeden, sakince, ne istediğimizi, ne beklediğimizi önce kendimiz karar verip, seçenekler arasından en az acılı olanı seçmek durumunda kalıyoruz. Devlet, özel farketmez, eğitim sistemimizin(şu an 3-6 yaş için konuşuyorum, ilerde ahkâm kesmeye büyük yaş grupları için devam edicem) içime sindiremediğim ufak tefek değil çok büyük eksikleri var. Bana göre tabi. Ve sanırım çoğunlukla sadece bana göre. 3-6 yaş grubundan bahsediyoruz. Hatta ben 3-4 yaş aralığından bahsediyorum özel olarak. Çocuğumun bu yaşından ne bekliyorum? Haftada 8 saat yabancı dil dersi almasını? O da yetmez ikinci bir dili de ufaktan ufaktan duymaya başlamasını? Bütün gün boyama, hamur, kesme biçme, oyuncak döngüsü içinde bir sınıfın içinde debelenip durmasını? Piyano çalmasını, nota öğrenmesini? Yoga yapmasını, yüzme derslerine taşınmasını? Hayır. Temel ve olmazsa olmaz beklentilerim bunlar değil. Bir. Oyun oynamasını istiyorum. Oyuna konsantre olmuş, kendi kendine ya da arkadaşıyla konuşa konuşa, keyif alarak oynarken, hadii aktivite saati diye oyununun bölünüp önüne boyaların ve kağıtların bırakılmadığı özgür bir ortamda oynamasını. Sürekli bir yetişkin tarafından yönlendirilip, uyarılıp, keşfetmesine, öğrenmesine imkân tanınmayan bir ortamda oynamasını değil(Arkadaşının kafasına oyuncakla vurmaya çalışırsa, öğretmen müdahale etsin tamamJ) İki. Kıymet görmesini, gözlerinin içine bakılmasını, dokunmak sarılmak isterse karşılık verilmesini, dinlenmesini, sorularına cevap bulmasını(cevap için biraz beklemesi gerektiğini öğrenerek muhtemelen). Öğretmeye, örnek olmaya çalıştığımız değerlerin pekiştirilmesini. Bir birey olduğunu, hakları olduğunu bilmesini, başkalarının hakları olduğunu da unutmamasını, izin almayı, sıra beklemeyi, özür dilemeyi, teşekkür etmeyi. Bu yaşta okulda olmasının eğitimden önce sevgi almasına engel olmadığını hissetmesini.  Üç. Günde 8 saat bir sınıfa bir binaya kapalı alanlara mahkum olmadan, ait olduğu mutlu olduğu yerde; kumun üzerinde, salıncağın tepesinde, ağaçların gölgesinde vakit geçirip keşfetmesine fırsat verilsin istiyorum. İzmir’de yaşıyoruz. İzmirlilerin çoğunluğu aynı fikirde değil ama bu memlekette, bu iklimde çocuğunuzu dışarı çıkaramayacağınız gün bütün bir yılda 7’den fazla değildir. Ankara’nın ayazıyla terbiye olmuş bir cengaver gibi konuşuyor olabilirim. Ama çocuğu soğuk esen rüzgârlara incecik kıyafetlerle çıkarmıyorsanız, ya da yağmurda uzun uzun ıslatıp, ıslak kıyafetlerle oturtmuyorsanız, bir terletip bir üşütmüyorsanız, çocuklar hava şartları yüzünden pek hasta olmuyor. Bu sübjektif fikrim değil. Örneklerle(mesela Kanadalı anaokulu çocukları), bilimsel desteklerle açıklanabilir bir gerçek. Ama üşümek ama banyodan sonra dışarı çıkmamak ama sırta havlu koymazsak kesin hasta olurlar bin yıllık geleneğimiz. Verdiğim savaşın beyhude olduğunu hissediyorum. Yine de gezdiğim okulların(biri dışında) hepsinin, çok uygun yeşil alanları olanın da, bilmem nerelerden getirilmiş kum havuzu olanın da, hobi bahçesi yapanın da çocukları dışarı çıkarmadıklarını hayret ve şaşkınlıkla karşılıyorum. Gerekçenin açıklanırken, zaten okula başlasın sürekli hasta olacak, veliler üşürler diye istemiyor, bahçeye çıkınca yakınlardaki evlerden şikâyet oluyor şeklinde olması bende üstümü başımı parçalama hissi uyandırıyor. Çocuklar hasta olmasın diye çocukları haftada bir bahçeye çıkarıp, içerde ateşli, hasta, sağlıklı demeden bütün çocukları kapalı odalarda bir arada tutarak ne yapmaya çalışıyorsunuz diye karşımdaki yetkilinin karşısında deliriyorum. Son iki aydır periyodik olarak duygularım, düşüncelerim, yaşadıklarım bunlar. Gezdiğimiz okullardan biri bir montessori anaokuluydu ve baktığımız okullar arasından evimize en uzak işlerimize en ters olanı da bu okuldu. Kısmen katıldığım bir yaklaşım var. Eve en yakın okul en iyi okuldur. Özellikle okul öncesi dönemde. Bu okulu aklımız bahçesindeki tavşanlarda, ördeklerde, tavuklarda, meyve ağaçlarında, bostanında ve kocaman bahçesinde kala kala elemek zorunda kaldık. Yaşadığımız yerin bize sunduğu diğer seçenekler; yarım gün devlet anaokulu, yarım gün oyun grubu(yarım günler diğer yarım gün için bakıcı ihtiyacı gerektiriyor diye bunlar da elendi), tam gün özel kreşler(çoğunlukla apartman altı, bahçe yok çim yok, göstermelik plastik oyun parkları duvarlarda göz yoran devasa rengarenk çizgi film kahramanları ve kötünün iyisi kolej anaokulları. 3 yaş çocuğunuz için müdürle yaptığınız görüşmenin yarısında karşınızdakinin gururla teog puanlarından ve akademik başarıdan bahsetmesi filan. O kadar umurumda değil ki. Demir’in okul hayatı ile ilgili en az 5 yıl akademik başarı lafını duymak bile istemiyorum. 3 yaşında çocuk yahu. Akademik başarısı eşek arılarını bal arılarından ayırabilmek, salyangozların neden yağmurlu havaları sevdiğini bilmek, limon ağacını mandalina ağacından ayırabilmek, hadi hiç olmadı ahşap bloklarla uzun kuleler filan yapmak olmalı. Olayları didikleyip bulandırdığımı, dramları sevdiğimi düşünüyor olabilirsiniz. İsyan temalı her yazımda olduğu gibi yine kendime soruyorum, abartıyor muyum diye? Cevap hayır. Temel ve çocuk ruhuna uygun okul öncesi eğitim fırsatlarına ulaşmak için bi milyon takla atmamızı, içimize çok da sinmeyen seçeneklere çok büyük paralar ödemek zorunda kalmayı kanıksayamıyorum. Demir için en iyisi diye düşündüğümüz okulun yaklaşık aylık masrafı, eve en yakın devlet anaokullarından birinin aidatının nerdeyse 20 katı. Dün Demir mutlu olsun, geleceği huzurlu olsun diye bu masrafı yapacağımıza 20 çocuğu anaokuluna göndersek gezegenin ve dolayısıyla muhtemelen Demir’in de ilerideki mutluluğu daha garanti olur mu diye düşünmedim değil. Bu meseleye daha uzun uzun takacak gibiyim. Şimdilik isyanımı burada bitiriyor, sizlere ve çocuklarınıza gönlünüze göre okullar, öğretmenler bulduğunuz bir gelecek diliyorum.

26 Mayıs 2016 Perşembe

Hatırla


Şimdi kalktım uyuyan Demir'in yanından. Gözümün kalemini göz yaşımla akıtıp panda kılıklı tipsiz suratımla kalktım. Çünkü yeni bir durum var ve beni ara ara vuruyor böyle. Az önce Demir'e ninni söylerken, "anne" diye beni susturup elimi öpüp, sonra "hadi söyle" diye devam etmemi istedi diye vurdu bu kez de. Ne kolay ağlıyorum ya. Neden annelikle ilgili duygularım hep gözümün pınarında pusuda?
Ağustosta işe başlayacağım. 3 yıl sonra yeniden. Kariyer için değil, para için değil, mecburiyetten değil, ihtiyaçtan. Üretme, başarma, emek verme ihtiyacından. Yaşlanmayı başarabilirsem, denedim diye gönlümü ferah tutar ihtiyacından. Oğlumun önündeki örnek doğru olsun ihtiyacından. Oturup, dişimi sıka sıka kızdıklarımı, ucundan kıyısından belki değiştirebilirim idealinden. İşin bu kısmıyla barışık ve mutluyum. Henüz barışamadığım kısım malumunuz. 3 yıldır Demir'in gözünün tam içine bakıyorum. Her gün. Sabah, öğle ve akşam. Kirpiğinin ucu hareket etse, ne demek biliyorum. Sesinin desibelinden, bakışından, yürüyüşünden, gülüşünden nasıl hissettiğini sanki tastamam bir tek ben biliyorum.
Şimdi Demir'i, tanıdığım insanların yüzde doksan sekizi için koca çocuk olmuş, gözümde hala minicik evladımı, birine, birilerine emanet edip çalışacağım. Ve buna alışacağım. Kendi çocukluğumu düşünüyorum. Hatırladığım ilk anılarımı. Dört buçuk yaşında filandım sanırım, Bahçemizin kirazlarını yiyorduk kardeşimle ve saçma sapan bir şeye çılgınca gülüyorduk. Çok mutluydum. O kadar mutluydum ki ne güzel bir an diye düşünmüştüm, bir anı, keşke unutmasam. Unutmadım. Hadi Demir dört buçuğu değil de dördü hatırlasın. Üç yaş çok imkansız. Sanki her sabah Demir'i ayaklarını öperek, kucaklayarak, koklayarak uyandırıp, içinde kendi seçtiği kahramanların olduğu uyduruk masallarımı anlatmam filan yalan olacak gibi geliyor. Anne çocuk sabah mayışması dünyanın en muhteşem şeyidir, bunu tartışmayalım. Demir, haftanın 7 günü her sabah istinasız yataktaki o mutlu kahkahaları hatırlamayacak mı? Krepinin içine kaşar sarıp, omletini tam istediği kıvamda pişirecek mi biri ben çalışırken? Saklambaç oynarken, ilk tur heyecandan nereye saklanacağını bilemeyip, sonra hep aynı perdenin arkasına saklanacağını? Öğrenecekler heralde di mi? Parkta hangi salıncağı sevdiğini, kaydıraktan kayarken ortada durdurulup parolanın sorulmasına(cevap 14) bayıldığını filan farkedecekler mi? Ben çalışırken, Demir dile getirmeyecek belki ama nerede ya benim annem diye düşünecek mi çaresizce? Olayları dramatize etmekte üzerime yok gibi geliyor bazen. Bazen de az bile deliriyorum, ne işi, Demir tam gün okula gidene kadar oturayım oturduğum yerde gibi geliyor. 
Ah güzel evladım. Niye öptün ki az önce o ninninin ortasında beni. Mutluluktan mı hüzünden mi bir türlü anlayamadan böğürerek ağlamak istiyorum. Ömrünün ilk üç yılı her gün gözünü ilk açtığında karşında sırıtan suratımı gördüğünü, anlattığım onca uyduruk masalı hikayeyi, seni bütün gün o parktan diğerine taşıyışımı, yağmurda zıplamak için dışarı çıkışları, baba işten gelecek diye beraber kapıda bekleyişimizi, senin mutlaka arkama saklanıp, aaa demir yok olmuş oynunu oynamamızı isteyişini, geç sabah kahvaltılarımızı, pazartesi öğlen pideci, cuma öğlen dönerci kaçamaklarımızı, öğlen uykuya giderken sırtıma atlayışını. Hatırlamayacaksın. Olaylar, konuşmalar, kahkahalar silinecek di mi?  Yorgun akşamlar ve kısa haftasonları mı kalacak bize? Hepsi silinecek ama izi kalacak di mi oğlum? O duygu kalacak,  bir gariplik var gibi diye şüphe edecek kadar çok sevmemin izi kalacak. Artık sabahları beraber uyanmasak da, uyandığımız günlerin tatlı anısı beyninin bir köşesinde saklanacak di mi? Yıllar sonra belki bir sabah kendi çocuğunun tontik ayaklarını öperken, sabah mayışmasının kıymetini birbirimizden öğrendiğimizi hatırlayacaksın. 


20 Nisan 2016 Çarşamba

Ayna ayna söyle bana!


Yapmak isteyip de ertelemekten yapamadıkları insanın peşini nasıl da bırakmıyor değil mi? Buraya yazacak o kadar çok şey var ki. Bana mucize gibi gelen, unutulmasın istediğim bir diyalog, bazen tek bir kelime, Demir'in bir bakışı, uykuda sayıklarken söyledikleri, attığı kahkahalar, çocuğumu artık daha iyi tanıdığım gerçeği, istediği bir şey olunca utanması mesela, ve mutlu olmak yerine böyle utandığında ağlaması. Bunu Erman'la benden başka kimsenin anlamaması(E çocuk basket atmış, insanlar alkışlamış, neden ağlıyor muallak tabi). Çok çok çok konuşması. Günde defalarca "Neden?" sorusu cevaplamamın vahameti ve aynı zamanda muhteşemliği. Her gece anlattığımız masalların sonunda, çocuğun artık kendi kendine masal anlatmaya başlaması. Her gün okul istemesi. Doğum günü pastasını cevizli, sütlü ve yoğurtlu tercih etmesi:)(Şükür bu senede şeker hamuru figürlü pasta siparişi vermek zorunda değiliz). İngilizce sayarken six demeyi, türkçe sayarken 4'ü atlaması. İngilizce sayarken elevenda, türkçe sayarken yirmide durması. Herşeyi renklere göre hafızaya atması. Çevredeki bütün parkları salıncak renklerine göre kafada kodlaması ve her parkta diğer salıncaklar boş olsa bile illa favori rengindeki salıncağın boşalmasını beklemesi. Geçen yaz denizde birlikte oynadığı kızın büyük yeşil ve küçük sarı iki ördeğinin olduğunu hatırlaması, hala büyükle yeterince oynayamadığı için hayıflanması filan. Yani bütün normal ve o çok özel şeyler. Demir'i Demir yapanlar. 
Bir annenin çocuğunu yetiştirirken, kazandırmak istediklerini ya da değiştirmek istediklerini en fazla örnek olarak başarabileceğini anlaması çok acıklı geliyor bana. Her şeye çok hakimiz gibi geliyor cahil zamanlarımızda. Sürekli konuşuyoruz, doğruları, yanlışları, kuralları, sırayı, saati, düzeni, temizliği, kibarlığı, paylaşmayı, onu, bunu, şunu birer ahkam kesme makinasıymışız gibi anlatıyoruz ama çocuk yine en çok gördüğünü yapıyor ya. Dediklerimizi biz yapmıyorsak, kuru gürültüyle kafa şişirmekten başka bir iş başaramamış oluyoruz.
Ben bazen Demir'in bana tuttuğu aynada gördüklerimden çok korkuyorum. Sabırsızlığımdan. Yükselen sesimden. Aşkımın şiddetinden hatta. 
Hep aynı şeyi söyleyip duruyoruz ama bir çocuk sahibi olmak bir insanın başına gelebilecek en benzersiz tecrübe. Anne olan arkadaşlarımı her gördüğümde, hele de doğumun hemen sonraki döneminde, hep aynı şeyi hissediyorum. Hem eskisinden güçlü, hem de korumak zorunda kaldığı muhteşem bir hazineye sahip olduğu için endişeli. O endişeyi görünce hep ağlayasım geliyor. Açıkta bir yaramız var da, biri basmasın diye aklımızı oynatacakmışız gibi geliyor.




22 Şubat 2016 Pazartesi

Çocuk


Demir bu aralar çocuk olmak dışında hiçbir şey olmaya yanaşmıyor.

-Oğlum çok tatlısın.
-Hayıv ben çocukum anne.

-Oğlum şimdi ben uçağı süren pilot olayım, sen de kuleden iniş izni veren abi ol tamam mı?
-Hayıv anne olmas, çocukum ben.

-Oğlum sen benim küçük kuzum, cikcik sarı civcivim, minik yunus balığımsın.
-Hayıv men annenin çocukuyum.

Demir böyle çocukluğuna çılgınca sahip çıktıkça benim de O’nun çocuk kollarına sarılıp saklanasım geliyor. Hayatın bütün çirkinliklerinden, bombalardan, tecavüzlerden, öfkeden, şiddetten, yalandan, dolandan kaçıp yüzümü, bedenimi, tüm hücrelerimi, hücrelerim çekirdeklerini, tüm kıymetli elementlerimi Demir’e çevirmek istiyorum. Çocuğumun bana sokulması, sığınması gerek gibi di mi? Kim ne yaptığını biliyor, kim güçlü hissediyorsa sığınak o oluyor. Böyle hissederken hem utançla kendi suratıma bir tane patlatmak istiyorum, hem de böyle bir kurtarıcım olduğu için sevinçten şükredip mutluluk gözyaşları dökmek istiyorum.


Demir’im. Sen Demir’sin. En sevdiğim element, ruhumun güneşisin. Hayatımın değişmeyecek tek gerçeğisin, çocuğumsun. 
Çocukumsun bitanem.

2 Şubat 2016 Salı

Tuzak mı o?



Tam da o hatayı yaparken, ama farkında değilken birden dank ediyormuş demek ki gerçekler insanın kafasına.  Bugün Demir’le parktan dönerken, aslından pratikte pek dönebiliyoruz denemezken, 5 dakikalık yolun, yarısını 20 dakikada alamamışken dank etti bana da bir şeyler. Baya dan! diye dank etti inanın.
Çocukları bilirsiniz. Aslında küçük çocuklardan bahsediyorum, daha spesifik olucam, 1.5-3.5 yaş aralığındaki çocuklar diyelim. Terrible two&küçük ergen diye etiketlediğimiz, huysuz, uzlaşmayan, söz dinlemeyen, kuralları sallamayan, bizi yoran, inatlaşan o minnoş çocuklarımızdan.  İşte onlardan biri olan güzel oğlumla bugün parktan dönmeye çalışırken ve sanki bir saat 45 dakika parkta oynamamışız gibi, Demir yolda bulduğu salyangozları kaldırıma dizip, bulduğu bir taşla ağaçtan düşen tohumları tek tek ezip(bu sırada kendi kendine o çatpat konuşmasıyla bir şeyler anlatıp), sonra yol kenarında bulduğu kum birikintisine az önce kullandığı taş parçasıyla giriş yapıp “mu menim iş met(iş makinam) anne men yol baptım” diyerek inşaat işine hızlı bir geçiş yapması sırasında bir ara geçen hafta denk geldiğim birkaç yazıyı ve bana hissettirdiklerini hatırladım. Yaklaşık 3.5 yaşından sonra çocukların daha uzlaşmacı, daha söz dinler, daha uysal, işbirlikçi olduğuna dair paylaşımlardı. Az kaldı dayanın diyordu yorgun, çaresiz annelere, evcilleşecek çocuğunuz, akıllanacak. Demir’i parka, okula, sonra arkadaşlarıyla döner yemeye, sonra tekrar parka götürdüğüm, ve son parkta oyuncak kavgasından sonra ağlayıp, sonra öksürüp sonra da az önce yediği dönerle birlikte sabahki kahvaltıdan portakalları filan da kusup parkın ortasına bıraktığı bir gündü. Bu kadar detay verdim çünkü o satırları duymaya ihtiyacım vardı inanın istiyorum. Her neyse o paylaşımları beğendim, arkadaşlarımı etiketledim, umutlandım.
Ama işte bugün, benim koşturarak gitmek istediğim o yolu, Demir usul usul, koklayarak, dokunarak, severek, konuşarak, durup bakıp görüp, biraz devam edip yine durarak yürürken ve ben kendimi engelleme çalışmama rağmen 3 dakikada bir “hadi” lerle çocuğumu darlarken birden dedim ki iyi ki sallamıyor benim şu sevimsiz “hadi”lerimi. İyi ki o mavi çiçeği buldu, kara hindibayı koparıp, anne bak baba hindiba dedi, o taşı önce çekiç sonra iş makinası yaptı, ezilmesinler diye salyangozları kenara taşıdı, mırıl mırıl mırıldandı, anne bak dedi gülümseyerek defalarca. İyi ki birkaç hadi den sonra o kaldırıma oturup, Demir’in etrafa kum tozlarını saçmasını keyif alarak izlemeyi başardım. 3.5’tan sonra ne olacak? Ben o yolda Demir’e hadi dediğimde, bugün yaptığı gibi beni duymazlıktan gelmek yerine usluca elimi tutup “tamam anne“ mi diyecek. 5 dakikalık yolu 35 dakikada değil de 5 dakikada almayı becerecek miyiz? O yolun sonunda neye varacağız, neye yetişeceğiz? Don’t grow up, its’a trap derken atalar bunu mu diyorlardı. Keşke yaşadığımız hayat, hayatın bize öğrettikleri, annemizden ailemizden gördüklerimiz, ebeveynlikle ilgili bütün o ezbere ve işlevsiz bilgiler çocuklarımızı yontup budayıp sorgulamayan, görmeyen, koşturan ve bir yere de varamayan, tabiatın, ağacın, salyangozun, karınca yuvasının güzelliğini farkedemeyen, şöyle bir sakince durmayı başarıp hayatın müziğini dinlemeyi başaramayan “yetişkinlere” dönüştürmek üzere çalışmıyor olsaydı. Çocuklarımızdan öğrenip, onlara benzeyerek büyümeyi başarabilsek keşke. Büyük olmanın tanımını çocuklarımıza bakıp tekrar yazabilsek.


Not: Fotoğrafı haftasonu Urla’da çektik. Hadi demeyelim, hava güzel çocuk yağmur çizmeleriyle olsa da denize girsin mutlu olsun, kenara çekilip izleyelim dedik. Demir denize düştü:) 31 ocakta çocuğum denize düşüp donuna kadar ıslanıp, önce panikle biraz mızırdanıp sonra da bizimle birlikte gülmeye başladı. 2 gündür öksürüyor, burnu akıyor. O günkü denize düşme olayını suçlamak istemiyorum ama hadiler ve müdahelesiz oturmalar arasında bir orta yol bulmamız şart:)