12 Aralık 2014 Cuma

Bibuçuk


Demir'cim. 19 aylık oldun. Çok garip. Yataktan düşersin diye ödümün koptuğu günler dün gibi. Şimdi gözün kapalı, poponu sektirerek, tek ayak üzerinde filan iniveriyosun yataktan. Kendi etrafında dönerek, ellerini yere koyup bir ayağını havaya kaldırıp biraz hip pop biraz semazenvari acaip bir şekilde dansediyorsun, araya serpiştirdiğin 15-20 kelimelik türkçeyi rusça-arapça karışımı gibi tınlayan bir başka dile yedirip baya baya, uzun uzun konuşuyorsun. Sen ağlarken ben sana(bunu nerden öğrendim hiç bilmiyorum) "Oğlum ağlamak istiyorsan, gidip mutfakta ağla lütfen, gürültüden başım ağrıyor" deyince, gidip mutfakta ağlamaya devam ediyorsun(öğrendiğim yere göre ağlamayı kesip, benimle salonda kalman gerekiyordu). Baban akşam zili çalınca koltuktan aşağı atlayıp babaa diye kapıya konuşup şen kahkalarla gülüyorsun. Eve gelen her misafiri elinden tutup, kendi odana götürüyor, oyuncakların başına oturtuyorsun. Çok güzel kalem tutuyorsun. Boyaları, kitapları, kağıtları seviyorsun. Berksan'ın Gel gel şarkısının nakaratına eşlik ediyorsun ve şarkıyı müziğin ilk notasından tanıyorsun(Buna çok şaşırıyorum, çünkü ben tanıyamıyorum). Su birikintilerini hiç affetmeyip illa üzerinde zıplıyorsun. Biri sana hoşuna giden bişey yaparsa, mesela seni kucağına alıp uzun uzun döndürürse, o kişiyi durdurup, annee diye benim o olayı izlediğimden emin olup, sonra tekrar devam etmesini istiyorsun(kendini kucağa aldırıp, kafanı arkaya atarak mesela, konuşarak değil tabi:)) Şımarınca, mesela oyun grubunda balon partisinde, kendini yere atıp çığlık atıyorsun(bunu yapmasan nasıl olur?). Öpüyorsun, sarılıyorsun, kucağımda mayışmaktan hoşlanıyorsun. Bugün düşündüm de. Senden önce baya mutlu bir hayatım olduğunu düşünüyordum. Mutluydum yani. Dünyanın en kusursuz tenine dokunmadığım için, onun eksikliğini hissetmiyordum. En mis kokulu çiçek ne mesela. O kokudan milyon kez daha mis kokan boynundan habersizdim. İçimi eriten mahçup gülüşünü, uyumak için her yeri bırakıp gelip inatla göğsüme yatışını, sen göğsüme yatınca, bütün hücrelerimi tek tek ve ilk kez hissediyormuşum gibi bir saçma ve muhteşem bir his yaşayacağımı ve burnumu başına gömüp, her defasında sinsice gülümseyeceğimi bilmiyordum. O zamanki de mutluluk da işte, cahil bir mutluluk.
Yine teşekkür ederim çocuğum, bütün bu histerik ve çoşkulu ruh hali için.
Yaşadığımı hissettirdiğin için.
Ayak tabanlarındaki kadife katman için.



6 Kasım 2014 Perşembe

Emzirmek, anne sütü, meme grevi ve bitakım başka sayıklamalar


Bu yazıyı yazmaya Demir 3 aylıkken karar verdim. Aslında tam 3 aylık 8 gündü. Doğduğu ilk günden beri, sanki karnımda meme emme üzerine uzun uzun çalışmış ve uzmanlığını almış gibi, hiç sorun çıkarmadan ve otoritelerin bütün saat sınırlamalarına rağmen(bilmem kaç saatte bir emzireceksiniz gibi)  kulak asmadan çok profesyonelce ve bize dayatılmaya çalışılandan çok daha sık emen, her emzirme öncesi heyecandan eli kolu ayağı birbirine karışan, sonrasında mutlaka ama mutlaka bi gülücük atıp uyuyan bebeğim ansızın meme grevine girmeye karar verdi. Hayatımın en çaresiz ve mutsuz günüydü. Hiç abartmıyorum. Az önce saydığım umut vaat eden nedenlerden dolayı 2 yaşına kadar emzirmeyi istediğim ve bebeğimi emzirdiğim saatleri hayatımın en mutlu, en işe yarar, en duygu yoğunluğu tavan yapmış anları olarak gördüğüm için minik, süt kokulu bebeğimin birdenbire meme emmeyi reddetmesi resmen hayatımı kararttı.
 Saat başı çılgın bir istekle beslenmek isteyen oğlum, O’nu emzirme yastığına yatırmaya yeltendiğim anda ağlamaya başlıyordu. Sadece uyurken emiyordu ve bu da gündüz sadece 3 kere emmesi demekti. Hiç kimseden böyle bir şey duymamıştım. Daha yeni İstanbul’dan gelmiştik, yolda Demir yorulmuştu, terlemişti, rahat edememişti, ondan mı deyip kendimi suçladım. Acil randevu alıp doktorumuza gittik. Doktorumuz olan hanım, bana uyduruktan birkaç soru sorup sonra da kendi kızının da böyle memeyi reddettiğini, bir daha hiç emmediğini, mamayla büyüdüğünü, ama sapasağlam olduğunu söyledi. O doktorla o dakika işimiz bitti. 
Belki kendince haklıydı ama duymak istediğim bu değildi. Demir o günden itibaren mama almaya başlasa, çok sağlıksız bir çocuk olacağını düşünmüyordum tabi. Sadece hormonlarımın, vücudumun, yaradılışımın ve süt dolu taş gibi olmuş göğüslerimin bana gösterdiği yolu takip etmek istiyordum. Çocuğumu en doğal, en zorlamasız, en olduğu gibi, en mucizesine inandığım yolla, emzirerek beslemek istiyordum.  Başka bir doktordan randevu aldık. Doktor idrar tahlili istedi. Ama bütün gün çok az beslenmiş çocuğumun vücudundan idrar için harcanacak sıvı çıkmıyordu. Bezi kupkuruydu. Kupkuru bezin nasıl kocaman bir mutsuzluk olabileceğini hiç düşünmemiştim. O güne kadar her sabah uyanıp, Demir’in bezini açıp, minicik oğlumuzun nasıl bu kadar çok çiş yaptığına şaşıp, o bezin en az bibuçuk kilo filan geldiğine birbirimizi ikna etmeye çalışıyorduk. Ne güzelmiş o her noktası çiş dolu bezler ah. Ahhhh ah! 

Bu arada internette sürekli bu durumla ilgili bir şeyler bulmaya çalışıyordum ve bir yığın nursing strike/meme grevi yazılarına denk geldim. Genellikle 3 ay civarı görülüyordu, annenin parfümünü(ki ben kullanmıyordum), şampuanını(evet değiştirmiştim:/) değiştirmesi, ortamın değişmesi, bebeğin etrafındaki kişilerin değişmesi gibi bir sürü nedeni olabilir yazıyordu. Bazı anneler bebeklerinin bir daha hiç emmediklerini yazmış, bazıları da bikaç gün içinde tekrar emzirmeye dönebildiklerini. O kadar çaresizdim ki, Demir’i emziremiyorsam ne faydam var, benim anne olmamın ne anlamı var(büyük salaklık şimdi görüyorum,korkmayın), altını değiştirip uyutan başka birisi bakabilir artık çocuğuma gibi milyon tane depresif  ve saçma düşünceyle kendimi bir günde on yaş yaşlandırmayı ve çürütmeyi başardım. Bu arada Demir’e ısrarla mama vermiyordum, uyuduğunda emziriyordum ve sağdığım sütü idrar tahlili isteyen doktorun tavsiyesiyle şırıngayla ağzına sıkıyordum. Sonunda yavrum idrar örneği için gerekli sıvıyı verdi ve biz sonuçlar iyi mi çıksın kötü mü çıksın bilemediğimiz testin sonuçlarını beklemeye başladık. Demir aç ama mutluydu. Gülüyordu, aguluyordu, sanki rejime karar vermiş mutlu ve kararlı bir bebekti. Bütün anne olan arkadaşlarımı aradım, sosyal medyadan tanıdığım belki bir faydası olur diye inandığım insanlara mail attım, anneme ağladım, Erman’a ağladım, Demir’le konuştum olmadı. Banyoda, yürüyerek, karanlıkta, müzikte, tam sessizlikte, açık havada ve daha şu an aklıma gelmeyen muhtemel bütün farklı şart ve pozisyonda emzirmeyi denedim. Belki biraz memeyi alıp birkaç yudum alıyordu Demir, ama sonra geri bırakıp huysuzlanıyordu. Yediğim bir şeyden mi oldu dedim, sütümün tadına baktım, buzluktaki sütleri vermeyi denedim, biberonla vermeyi denedim, parmağımla yalatmayı denedim, denedim, denedim, yoruldum. Gece oldu. Demir uykuda eskisi gibi 2 saatte bir emdi, oğlumun karnı doydu, biraz olsun rahatladım. Ertesi gün test sonuçları çıktı ve her şey normaldi. Herhangi bir hastalık, enfeksiyon Demir’in meme grevinin sorumlusu değildi. Aynı hastanenin randevu alamadığım ve güvendiğim bir doktorunu koridorda pusuya yatıp bekleyip yakaladım ve ona dünyanın en acıklı sesiyle durumumu anlattım. Şampuanımı değiştirip değiştirmediğimi(değiştirmiştim), regl olup olmadığımı(olmamıştım), yakın zamanda düzenimizde büyük bir değişiklik olup olmadığını(İstanbul seyahati) sordu. Sessiz ve karanlıkta, uykuya yakın ya da uyurken emzir, vazgeçme dedi. Duymak istediğim buydu. Sonunda. O gün Demir biraz karanlıkta, biraz açık havada, biraz şırıngayla uyanıkken emdi. İnsanın bir şeyin kıymetini kaybedince anlayışının bilmiyorum kaçıncı örneğiydi. Ertesi gün daha çok emdi. Ve 3. Günün sonunda Demir biraz zayıflamış, ben mutsuzluktan yaşlanarak tarihe geçmiş bir şekilde bu meseleyi kapattık. Bugün Demir tam 18 aylık. Olayların böyle geliştiğine ve kucağıma atlayıp memee diye bluzümü çekiştiren bir küçük danaya sahip olduğum için çok mutluyum.

Bu yazıyı yazıp yazmama konusunda çok tereddüt ettim. Anneler için emzirme meselesinin farklı anlamlar taşıdığının farkındayım. Bu yazı, bütün anne-bebek-meme üçlüleri için ideal bir hayat öngörüsü yapmıyor. Demir ve benim için, benim şu an arkaya dönüp baktığımda iyi ki o kadın doktoru dinlememişim dediğim bir tespit yapıyor yalnızca. Ben emzirme meselesine, kendimi frenlemeye çalışsam da biraz fazla takıntılı olduğu hissedebiliyorum. Bunda bizim ailede klasikleşmiş uzun süre emzirme hikâyeleri ile büyümüş olmamın etkisi çok fazla muhtemelen. Annem 3 yaşına kadar, ben 2.5 yaşına kadar sadece anne sütü ile beslenmişiz. Yani arada ekmek peynir filan tırtıklamışızdır belki ama memeden kesilip katı gıdaya geçtiğimizde sindirim sistemimiz katı gıdalara alışık olmadığı için hasta olacak kadar süt temelli beslenmişiz. O günlerde kabul etmesem de bu hikâyeler üzerimde mutlaka baskı oluşturuyordu. Annem telefonun ucunda çaresizce, belki benden daha çok üzülürken Demir’in meme grevine, sohbet arasında bizde hiç böyle bir şey görülmedi kızım derken istemeden canımı acıtıyordu(Canım annem yazıyı okuyorsan hemen üzülme, beni üzmek istemediğini tabi ki biliyorumJ). Yaşadığımız dönemde anne olmanın en çok neyini sevmiyorum biliyor musunuz? Etrafta müdaheleci o kadar çok ses var ki gürültüden kendi sesimizi duyamıyoruz. Emzirme meselesi bunun en iyi örneği sanırım. Kendi ailemiz, anne olan arkadaşlarımız, anne olmayan arkadaşlarımız, benim gibi anne blog yazarları, internetteki forumlar, makaleler, haberler, komşu teyzeler, kayınvalideler, kuzenler, görümceler, reklamlar…Mesela o kadar çok “6. aydan sonra anne sütü azaldığında…” diye devam eden reklama maruz kalıyoruz ki, bana Demir’in 6. ayında da bir haller oldu. Doktorların da o zamana kadar satır aralarında verdiği mesajla sütümün kalitesinin aniden 6. ayda düşeceğini ve bebeğimi yeterince besleyemeyeceğini düşünmeye başladım. Yani buna düşünmek denemez. Buna aklım inanmıyor da, dünyanın geri kalanı yalan söylüyor olamaz diye inanıyormuş gibi mi yapıyordum bilmiyorum. Ama sonuçta etkilendim ve o ay katı gıdaya geçiş yapacağız ve Demir’e iki kaşık yoğurtla biraz meyve püresi yedireceğim diye oğlumu doğru düzgün emziremedim. Emzirememişim. Ay sonu doktor Demir’i tartıp ancak önceki ayın üçte biri kadar kilo aldığını ve bir şeyleri yanlış yaptığımı söyleyene kadar. Orda O’na bana sütümün kalitesinin ve besleyiciliğinin düşeceğine beni inandırmasının yanlışların en manyakçası olduğu söylesem fena olmazdı. Neyse katı gıdaya biraz geç başlamaya karar verdik. O ay da, sonraki ay da, hatta memeyi kesene kadar Demir’in gelişimi ile ilgili bir sorun olmadığı sürece anne sütünü beslenmenin temeline koyduk. Yaptığım bu tercihin 100% arkasında mıyım? Değilim sanırım. Demir’in pilav, makarna ve pirzola dışındaki hiçbir yiyeceğe sempati duymuyor olması ve sofraya otursak bile beni masadan kaldırıp, emip, sonra belki minnak midesinde yer kaldıysa bir şeyler yemesi beni biraz düşündürüyor. Emzirmeyi kestikten sonra düzeleceğini umuyorum. 

Konuyu çok dağıttım ve çok uzattım. Topluyorum. Kendimle ilgili bazı endişelerim var. Anneliğimi emzirmeyle fazlasıyla bağdaştırdım. Demir’in beni o emzirdiğim için bir tık daha fazla sevdiğini düşünüyorum ve o tıkı çok önemsiyorum. Oğlumu emzirirken, tıpkı karnımda bir beden içinde beraberce yaşadığımız zamanlardaki gibi yakın olduğumuzu hissediyorum ve ikimizin arasında başka kimseyle yaşamadığımız böyle mucizevi ve böyle özel bir şey olmasını çok seviyorum. Memeden kesme sürecinde bir psikoloğa görünmem gerekebilir. Yazdıklarım size fazlaca hastalıklı da gelebilir. 

Bu yazıyı benimle aynı şeyi yaşayıp, internette çaresizce umut arayan bir anneye biraz moral olur belki diye yazdım. Normal şartlar altında bir bebek için en iyiyi annesinden daha çok kimsenin düşünemeyeceğine inanıyorum.

 Bütün anneler ve güzel bebekleri, hepinizi seviyorum. 

Dünyanın en mutlu ve en korkak ve en cesur ve en ürkek kabilesi olduğumuzu düşünüyorum.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

"Biz"im Hikayemiz❤


Geçen sene bugün. Hamileliğimin 41. Haftası. Tam olarak 40+4. 38. Haftadan beri her an doğuracağım diye bekliyoruz. Herkesin gözü göbeğimde. Haftalardır vücudumu dinliyorum ama defalarca okuyup, dinlediğim hiçbir doğum sinyali yok. O kadar uzun zamandır bekliyormuşum gibi geliyor ki artık birkaç hafta önce düşündükçe tansiyonumun düştüğü, dizlerimin titrediği normal doğum gerçeği canımı bile sıkamıyor. Çılgınca ve hemen karnımdaki bebeğimi kucağıma almak istiyorum. Doktor tavsiyesi üzerine günde iki kez yarımşar saat yürütülüyorum. Hızıma yetişemeyen annem ve sevgilim sürekli nöbet değiştiriyor. 13. Kattaki evimize merdivenden çıkıp, merdivenden iniyorum. Dik ve mağrur ve hala inadına gökyüzüne uzanan göbeğime baktıkça bu yaptıklarımız çok saçma geliyor. Ama o kadar sabırsızım ki artık bütün çılgınlıkları yapmaya hazırım(şimdi aklımdan not: eninde sonunda doğuracağım, içimde kalmayacak minik yavrum, sakin!). O gece hıdırellez. Annem, yürüyüşlerden, o kadar merdiven inip çıkma sonucu hamlayan bacaklarıma inat hiç oralı olmayan göbeğimden umudu kesmiş, umudu Hıdıra bağlamış. Hepimizin eline kağıt kalem tutuşturup dileklerimizi çizmemizi istiyor. Tabi ki dilekler hep aynı. Kucaklarında Demir’le gülümseyen Funda, Erman. Gece yarısı anneler inip gül ağacına gömüyorlar dilekleri. 6 mayıs oldu artık. Biz de, bugün de doğuramadım diye yatmak için hazırlanıyoruz. 


Tuvalete gidiyorum ve bana aylar gibi gelen günlerdir beklediğim işaret. Nişan geliyor. Ağrısız ve düzenli kasılmalarım da var. Zaman tutuyoruz 9 dakikada bir. Ama hiç ağrı yok. O kadar mutluyum ki. Sonunda girdik o yola. Bir şekilde kucaklaşmamız artık çok yakın. Nişanın da bu sıklıktaki ağrısız kasılmaların da acil doğum belirtisi olmadığını biliyoruz ama sonunda bu noktaya gelmiş olmanın heyecanı ile doktoru arıyoruz. Vurun kafayı yatın diyor doktor. Hevesimiz kursağımızda ama gözler cin gibi yatıyoruz. Anneler heyecan yapmasın diye onlara bir şey söylemiyoruz. Birkaç saat kanama hafif de olsa devam edince yine dayanamayıp yine doktoru arıyoruz. Doktor istediğimiz zaman hastaneye geçebileceğimizi, sabah gelip kontrol edeceğini söylüyor. Anneleri kaldırdık. Çantamızı aldık. Pilates topunu bile aldık. Sabah 5te hastaneye geçtik. 
 Sancılar biraz daha şiddetlenmeye başlanmıştı artık. 8:30da doktor geldi. Açılma var mı kontrol etti. Yoktu. Açılma başlasın diye rahim ağzına ilaç koydu. Lavman yapıldı. Doktor gitti. Sancılar biraz daha şiddetlendi. Ama dayanılmayacak gibi değildi.NSTde sancı şiddetinin 70-80 civarını gösterdiği zamanlardı. Öğlen doktor tekrar geldi. Açılma başlamıştı. Sezin geldi. Sezin geldiğinde sancılardan canım yanıyordu. Çok çaktırmamaya çalışıyordum. Annemler geç gelsinler bizimle o kadar uzun hastanede beklemesinler istemiştik ama öğlen artık durdurulamaz olmuştu annem, hastaneye öğlen 1 gibi geldiler. Duş almak istedim. Banyoya girdim. Sancı geldiğinde zorlanıyordum ama duş iyi gelmişti. Çıktım, kurulandım. Artık doğum odasına geçmiştim.  14:00 de anestezist geldi. Epidural takıldı. Hiç hoşuma gitmedi o his. Belime bir metal kablo sokup bir an elektrik vermişler gibi. Ama ilaç verilmeye başlanmadı. İstemedim. Daha dayanabilirmişim gibi geldi. Ama eninde sonunda anestezi isteyeceğimi düşünüyordum. Kendimi hiç epiduralsiz doğum yapabilecek kadar cengaver hissetmedim(şimdiki aklım olsa kesin denerdim). 
 Sancılar gittikçe şiddetleniyordu. Sanırım o vakitten sonra hep nstye bağlıydım. Sancı şiddetinin 100-120 civarını gösterdiğini hatırlıyorum. Hala anestezi almamıştım ve zor olsa da dayanıyordum. Pek sesim çıkmıyordu. Ah belim filan diye inliyordum sessizce. 16:30da tekrar doktor geldi. Muayene sonrası açılmanın beklediğinden iyi olduğunu söyleyip baya keyiflendi. 6-7 cm açılma vardı.  Doktor neden hala epidural almaya başlamadın, boşuna acı çekiyosun dedi. Dayanıyorum, normal süreci çok etkilemesin istiyorum dedim. O sırada doktor gülümseyerek, ya ne gerek var gibi bişiler söyleyerek ilacı vermeye başladı. Ve sonra gitti sanırım. Sanırım, çünkü bende sonrası yok. Bayıldım. Baya baya bayıldım. Gözüm karardı. Yatakta yattığım için düşmedim ama olduğum yerde karanlık ve sessizlik içinde yalnız kaldım. Ne kadar zaman sonra bilmiyorum gözümü açabildim biraz. 16:30a kadar telefonuma saat saat neler olduğunu not almışım. O saatten sonrası yok. Annem, Erman, hemşire başımda. Herkes bembeyaz. Sancılar durmuş. NSTde tık yok. Herkes korkak, panik halde. Bişeyler duyuyorum ama hayal gibi. Anestezist gelmiş. Doktor da gelmiş sanırım. Tek net hatırladığım annemin yüzü. Çok çok korkmuş ama çaktırmıyor. Hala O an, O’nu o kadar korkuttuğum için kendimi çok mutsuz hissediyorum. 
 Resmen epidural doğumu durdurmuş. İlaç fazla geldi, kalıbına güvendik, suni sancı gibi gerçek olmamasını umduğum bölük pörçük şeyler duyuyorum. Çok yorgunum, hatta kendimde bile değilim ama neden bilmiyorum hiç mutsuz değilim o an. Ne olursa olsun az kaldı, kucaklaşacağız diyorum. Bir yolunu bulacak, oğlum içimden çıkacak. Daha önceden suni sancı istemiyorum diye ısrar etmeme rağmen, hali hazırda elimizde olan benim güzel ve doğal sancılarım verilen epiduralle yerleyeksan olduğundan bana haber bile verilmeden suni sancı verilmeye başlanıyor. Bu ne diyorum. Neyseki cevap veriyorlar. Biraz sonra tekrar sancılar başlıyor. Ama öncekilerden çok daha acılı, çok daha yoğun. Yine de mutluyum. Az kaldı, biraz daha dayanacağım, oğlumu kucağıma alacağım. Bu kez de bu sancılara dayanayım diye tekrar anestezi vermeye başlıyorlar. Bu kez yavaş yavaş tabi. Tam hatırlayamıyorum değerleri ama ilk seferde birden 30 birim verdiyse, bu kez 5, 10, 15 diye yavaş yavaş artırarak veriyorlar.  Saatini hatırlamıyorum ama yavaş yavaş baskıyı hissetmeye başlıyorum ve ıkınmak istiyorum.
 Kollarımdan tutup beni yürütüyorlar. Sancılar şiddetleniyor şiddetleniyor. Belimin çok çok ağrıdığını hissediyorum. Ama sanırım sancılar arasından biraz uyukluyorum. Saat 8 gibi açıklık 10 cm oluyor. Ama doktorun biraz mutsuz olduğunu hissediyorum. Ikınmama izin vermiyor. Ben ıkındıkça Demir’in kalp atışlarının yavaşladığını söylüyor. Ve bunu duyduktan sonra ben kendimi çılgınca kasıp ıkınmamaya çalışıyorum. Doktor muayenede demirin saçlarına dokunduğunu ama yeterince aşağı inmediğini söylüyor. O an ve aslında hala 10 cm açıklıkta, saçlarına dokunulan bebeğimin daha ne kadar aşağı inmesi gerektiğini anlayamıyorum. O kadar yorgunum ki artık. Bir kez de yorgunluktan bayılmadan oğlumu kucaklamak istiyorum. Ben 10 cm açıklıkta tam 3 saat, biraz yürüyüp, biraz inleyip, biraz kusarak bekliyorum. 
O 3 saat nasıl geçti hala hiç bilmiyorum. Sonra doktor 11 gibi yanıma gelip ben daha fazla risk almak istemiyorum sezeryan yapalım diyor. İnanamıyorum. Sanki bana uğraşalım dese o yorgunluğa rağmen 24 saat daha uğraşmalıymışım gibi hissediyorum. Ama o halde, o kadar ilaca maruz kalmış, saatlerdir doğum sancısı çekmiş ve bir kez ayılıp bayılmş bir 41 haftalık gebe olarak hayır ben alırım o riski devam da diyemiyorum. Ben kim risk almak kim o anda. Doktordan, anestezistten, o empati yoksunu hamile hemşireden bir an nefret ediyorum. Evde ebeyle doğursam daha iyiydi gibi bişiler düşünüyorum. Tamam diyorum tamam. Benim tamam demekten başka bir seçeneğim yok şu an. 
Anestezist hastanede olmadığı için onu bekliyoruz. Önlüğü giydiriyorlar, sedyeye yatırıyorlar. Bu ihtimali hiç düşünmemiştim. Sezeryan prosedürü ne, nerdeyse hiçbir fikrim yok. Ermanla birlikte o yeşil örtülerle kaplı beyaz ışıklı soğuk ameliyathaneye gidiyoruz. Bütün vücudumu silip, sallıyorlar. Hala bunu ne için yaptıklarını bilmiyorum. Açıp okumadım, kimseye sormadım. Unutmak istiyorum sanırım. Bana bir daha bu kez de sezeryan için anestezi veriyorlar. Önüme perdeyi çekiyorlar. O kadar yorgunum o kadar yorgunum ki.
 Sarhoş gibi sayıklıyorum. 



Allahım nolur oğlumun çıkışını görmeden uyuyakalmayayım. Anestezist benimle sürekli konuşup bir ara bana sakız çiğnetiyor. Sonra Ermana makine hazır mı filan gibi bişiler diyor ve ben O sırada, hiç o kadar çabuk beklemezken hayal gibi havada oğlumu görüyorum. Saat 23:46.
Görüntü hayal gibi ama ses sonuna kadar gerçek. O kadar çok ağlıyor ki. Sayıklıyorum o sırada resmen. İyi mi diyorum. Herşey tamam mı? Oğlum çıktı mı, aşkım nerdesin, allahım ne çabuk bitti. Oğlum. Oğlum, oğlum. 
Çocuk doktoru baya bişi anlatıyor orda bana hiçbirini hatırlamıyorum. Oğlumu temizleyip giydirip yanıma getiriyorlar, yanağıma dokunuyor ıslak, ılık yanağı. Susuyor. 
Oğlum.
 Merhaba. 
Çok yoruldun, özür dilerim.
Vücudumum hiçbir noktası üzerinde o kadar etkim yokki oğlumu öpmek için dudaklarımı zor uzatıyorum küçük suratına. Resmen sarhoşum. Resmen aşırı dozda tıbbi müdahale zehirlenmesi yaşıyorum. Demiri odaya götürüp, benim yorgun ve bitik bedenimi de temizleyip toparladıktan sonra beni de yanına çıkarıyorlar. Baygın ve çok mutluyum. Buruşuk, kıllı oğluma bakıp Allah’ım ne kadar tatlı diyorum. 


6 Mayıs. Hıdırellez. Hayatımın en zor, en yorucu, en benzersiz, en canımın burnumda,  en muhteşem günü.
Saatini birtakım tıbbi müdahalelerle biraz kaydırdık ama, 6 Mayıs küçük bebeğimin dünyaya gelmeyi seçtiği gün. Hıdırellezin bana hediyesi. Benim bahar bayramımın adı Demir.

1 yıl sonra bile bu yazıyı yazarken burnumun direği sızlıyor be okur. Tüm hamilelere bebeklerine sağlıkla, mutlulukla bir avazda kavuşmalarını dilerim. Tüm baba adaylarına kendilerini hiç çaresiz hissetmeyecekleri, tüm anane, babaanne, dedelere ve tüm doğumhane kapısı ardında bekleyenlere korku içinde değil mutlulukla bekleyecekleri bir doğum dilerim. Bu dünyanın en eşsiz ve en zor ve en muhteşem tecrübesi. 
Bunu yaşamadan ölmeyi hiç istemezdim. 
Teşekkürler Demir. 
Minik bebeğim. 
Doğum günümüz kutlu olsun. 



10 Nisan 2014 Perşembe

Anni❤


Demir. Oğlumm. Küçük, ılık, tatlı sevgilimmm.
Bana anni dedin bugün. Sonra anneh dedin. Sonra bişiler daha dedin ben bu ikisini duyduktan sonra kendimi kaybetmişim.
Senin o muhteşem melodik sesinden dünyanın en şahane "anni"si.
Kimse daha fazla mutluluk koyamaz o sahnenin üzerine.
Bir tek sen.
Anneciimmm filan deyip kocaman bitane öpersen^^

8 Nisan 2014 Salı

10-11. aylar



Bu ayları nasıl yazmam ya. Her gün yazacak bir sürü yeni şey oluyor. En son nerde kalmıştık?
Demir hala klasik emekleme hareketine mesafeli ama sürünerek bütün evi çok hızlı bir şekilde gezebiliyor. Otururken ayağa kalkıyor, ayaktayken çömelip hoop tekrar ayağa kalkıyor. Yatağın kenarından, koltuktan tutup yürüyor. Şahane dansediyor. Üstten aynı anda çıkmaya çalışan yeni 4 dişiyle birlikte artık çok daha ıslak ve aşırı güzel gülüyor. Pilav, börek, mücver, köfte eline verilebilecek, kendisinin yiyebileceği her şeyi yiyor ya da en azından tadına bakıyor. Kaşıkla beslenmekten sadece söz konusu besin yoğurtsa hoşlanıyor. Renkli toplara bayılıyor. Top havuzunun içinde kendinden geçip, her bir topun önce tadına bakıp sonra da özellikle ve kasten o topu halıya değil parkeye atıyor. Çıkan sesi dinleyip, hemen yenisinin tadına bakıp onu da atıyor(Sevgili alt komşum, özür dilerim). Mama, baba, gelgel, meme diyor. Babacık nerde diye sorunca kapıya bakıyor. Erman sabah giderken ağlıyor, akşam kapıda görünce çılgınca O'na ulaşmak için çırpınıyor(anneci olmuyo muydu bu erkek çocukları allah aşkına?). Artık salıncaktan o sıkılmadan alırsak atar yapıyor. Hani şu kucakta istemediği bişi olunca balık gibi çırpınan çocuklar var ya, o tarz gözümü korkutan bir takım hareketler sergiliyor. Hala süt ötesi kokuyor. Uykudan uyanınca emziğin altından bana gülümsemesi hayatımın en muhteşem anı hala. Ve yine hala bizimle yatıyor. Sabah uyandığımda ılık poaça aykları ya boynumda, ya yüzümde oluyor. Çekmeceleri açıyor, sonra parmakları içerde unutup kapatıyor. Ağlıyor hemen unutup oyuna devam ediyor. Parmak şıklatmaya çalışıyor. güneşe ve ışığa bakarken gözünü kısıyor ve çok tatlı oluyor. 
Zaman elimden akıp, gidiyor gibi hissediyorum. 
Minik bebeğim, karnımda büyüttüğüm bir lokmalık küçük oğlum büyüdü ve bir ay sonra bir yaşını bitiriyor. 
Bu çok acaip bir duygu. Yazdığım hiçbir satırın o duygunun anlamını veremeyecek olduğunu bildiğim halde, yine de çabalayıp anlatmaya çalışmak istediğim, ömrümün en biricik ve yegane, en şiddetinden korkutan ve kusursuz duygusu. 
Safi mutluluk. 
Saf, pür-i pak bir mutluluk.
Küçük sevgilimin bana ömürlük hediyesi.

4 Mart 2014 Salı

Sevgilim


Artık başını yastığa koymak yerine göğsüme koyup uyuyorsun. Bir elin boynumda ya da yüzümde. Bacağını üzerime atıyorsun. Bazen de bana sırtını dönüp babana sarılıyorsun. Kolumu üzerine atıp, arkadan sarılıyorum sana. Ne var bunda, niye uzun uzun anlatıyorsun deme. Büyüdün küçük sevgilim, onu diyorum. Değil 3, 5 satır bunun üzerine roman yazarım diyorum. 
Çok, çok, çok seviyorum.


Buraya yazmayı özlüyorum.
 Uykusuz, yorgun, bir uzun banyoya hasret ama yine de herkesten mutlu analar. Nasılsınız?

6 Şubat 2014 Perşembe

9. Ay


Koca ayaklımın 9. ayı. Ayak üstü tontikliği sebebiyle kar kış demeden bir çift ayakkabı giyemediği bir ayı daha geride bıraktı. 9 ay boyunca ayakları çıplak bulduğum tek bir an bile öpücüksüz bırakmadım sanıyorum. Bu ayakların yıllar sonra 45 numara kıllık bir erkek ayağı olacağı gerçeği...... bızzzttttttt sustum.

Bu ay Demir yere paralel durmaya tahammül edemeyen, uykudan bayılmak üzere bile olsa yatırıldığında jet hızıyla ve öfkeyle oturur pozisyona geçen bir ruh halindeydi. Yatırdığım gibi uyuyan bebek artık kendi etrafında 360 derece dönerek ilk pozisyonuna gelmeden uykuya dalmaz oldu. Gecenin bir yarısı gözlerini cin gibi açmış tavanı seyrederken, uykunun arasında kahkahalarla gülerken, ya da O'na sırtımı döndüğümde gözleri kapalı kollarını uzatıp beni kendine çevirmeye çalışırken de görüldü bu bir ay boyunca.

Yemek işinde çok yol aldık desem yalan olur. Sabahları biraz yumurta yemeye basladı. Ekmek, poğaça, bisküvi ve kuru incir kemireyi seviyor. Biraz yoğurt biraz meyve takılıp gidiyoruz. Haşlayıp önüne koyduğum brokoli&karnıbahar ikilisinden nefret etti desem abartmış sayılmam. Patatesi ilk kez annemin yaptığı poğaçanın içinde yedi. Henüz sebze çorbasında siftahımız yok. 

Çıkçıkıçıkıçıkçık diye müzik yapınca sağa sola kafa sallayıp gülümsemeye başlıyor. Bazen öyle şiddetle sallanıyor ki kafasını ellerimle sabitleyip durduruyorum. Arabaya binip oto koltuğuna kurulunca etrafı izlemekten yüzüme bakmaz oluyor, kuşları, hareket halindeki arabaları izlemeye bayılıyor.

Emeklemiyor ama Kara Murat çocuğum yuvaranarak istediği yere gidebiliyor. Bir de otururken poposunun üzerinde zıplayarak alternatif bir yer değiştirme yolu arıyor şu aralar. Pek başarılı olamadı. Daha çok yaylanıp yaylanıp kafa üzeri çakılıyor:/

Mis gibi kokuyor, kaymak gibi dokunuyor, gülünce iki fare dişiyle kalbimi eritiyor.
Yani olaylar 9 aydır hep aynı mutlu sonla bitiyor. 





3 Şubat 2014 Pazartesi

Kaç aylık?


Aslında sürekli kafamın içinde yazıyorum. Doğum hikayemi, Demir'in uykuya geçişini, yemek yeme çabalarını, bir canavara dönüştüğü şu son günleri, sürekli ağrıyan belimi, tutulan boynumu, evin dandini halini, eve kapandığımız asosyal Ankara kışını, özleyeceğimizi hiç düşünmediğimiz kaç aylıkçı* teyzeleri, anne sütü meselesini, sanayi tipi kadın doğumu, tek reçeteli pediatri çılgınlığını.  
Yıl oldu zattirizutzut hala kafadan geçen düşünceleri bilgisayara aktaracak teknoloji yok elimizde. 
O sebeple parmaklara kuvvet, paylaşalım, paylaştıkça güzelleşelim.

Geçen hafta Demir'le asansördeyken aynadaki yüzümüze baktım. Demir birden çok fena bana benzedi o sahnede. Benim cildim eskimiş, Demir mermer gibi, ben 32 diş sırıtıyorum, Demir'in iki fare dişi var falan ama çok benzedik işte o an. Benim 2013 versiyonum. Miniğim. Düşündüm ki ben de annemin 84 versiyonu olduğuma göre, annem de ananemin miniği olduğuna göre. Biz böyle aynı bedenden matruşka bebekler gibi çoğala çoğala yaşadıkça. Ay nasıl bağlıycam şimdi ya. Diyorum ki, insanoğlu ölümsüzlüğün sırrını aramış durmuş ya yıllarca. Oysa varoluşunun ilk gününden beri zaten ölümsüzlüğe çalışıyor. Kendi canından can doğurdukça. Çoğalıp, yenilenip, güzelleşip varolamaya devam ediyor. Ölümsüzlüğün sırrını bulmayı bırak, kitabını yazıyor.

*Yazın Demir'le fink fink gezerken kaç aylıkçı teyze diye adlandırdığımız bir insan tipi vardı. Kucağında bebeğin, önünde bir uzvun gibi sürdüğün bebek arabasıyla gezince muhabbet tabi ki bebek olacak, insan evladı elbet adı ne kaç aylık anne sütü alıyo mu ay üşüdü filan diyecek ama bu tip biraz daha sarkastik bir halet-i ruhiye içinde. Site içinde yürüyüşe çıkmışız mesela, bizi metrelerce öteden kadrajına alıp avına yaklaşan sinsi bir kaplan gibi salıncakların ağaçların arasından yanaşıp, beni tamamen görmezden gelip, merhabasız, nasılsınızsız, gözler Demir'e odaklanmış direk bir "Kaç aylık?" sorusuyla tüylerimi diken diken eden, "Size ne?", "Size de merhaba", "Tanışıyor muyuz?" ve bilumum daha atarlı reaksiyon verme isteği uyandıran çoğunlukla anane ya da babanne bazen de bizzat annenin kendisi olan dişi güruhu olarak girdiler bizim hayatımıza. 
Alışveriş merkezinde, yürüyüşte, markette, komşuda, asansörde her an her yerde karşınıza çıkabilirler. Sizinle göz teması kurmazlar, direk bebek arabasının içinde yatan bebeğinize odaklanırlar. 5 saniye içinde gözleriyle bebeğinzin boyunu kilosunu ölçüp gelişim grafiğine bulduğu değerleri yerleştirip kendi torunlarıyla/bebekleriyle karşılaştırma işine girişirler. Her soruyu sormaya hakları vardır. Cevap vermek istemeyen memnuniyetsiz suratınız ayıp etmektedir. Neyse demem o ki, ev gezmelerinden fazla pek birşey yapamadığımız son zamanlarda, o teyzeleri bile özledik biz oğlumla ya. Uzaktan bizi gözlerine kestirseler, asansörde bizi yakalayıp sırf "Kaç aylık?" diye sormak için bebek arabasıyla depar atsalar, "Hımmm oğlan da pek toramanmış" diye gözlerini devirseler. 
Söz bu sefer suratımı asıp sizi başımdan savmaya çalışmayacağım.
Hadi parkta buluşalım.
Valla söz.

12 Ocak 2014 Pazar

8. ay

Demircim. 
Aşırı ciddiyet, atar ve bazen de inadına çılgın kahkalarla dolu bir ay geçirdin. Seni kucağımda taşırken bazen bedenimin kontrolünün bir şekilde sende olduğunu hissediyorum. Beni istediğin herhangi bir noktaya sürükleyebiliyorsun. Kucağımdayken. Bacak kadar bile olmayan boyunla. Bunu nasıl başarıyorsun henüz çözemedim.

Ve bağırıyorsun. 
Ah çılgınca. Dakikalarca. 
Başımı ağrıtana kadar. 
Kalından inceye, titrek ya da boğuk gırtlak nağmeleri. Senin minik gırtlağının nağmeleri. 

Artık seni bıraktığım yerde bulamıyorum. Ben de bu yüzden pek bırakmıyorum. Bütün gün sen yuvarlanırken ya da otururken belki düşersin diye sağına soluna önüne arkana yastık iliştiren gölgen gibiyim.

Hava soğuk, gri ve Ankara hiç olmadığı kadar çirkin. Seninle bahçeye yürüyüşe, güneşlenmeye, pikniğe, parka sallanmaya çıkmayı özledim. Bozuk atıyorum Ankara'ya. Hiç bu kadar sevimsiz görünmemişti gözüme.  

Gece lambasının düğmelerine basarak ışığın rengini değiştiriyorsun. Bilerek, farkederek, isteyerek. Bilinçli bir şekilde. Sen, benim küçük bebeğim. Sen bunu yapınca kendimi Einstein'in annesi gibi hissediyorum.
 Kıh kıh.

Beni öyle hor kullanıyorsun ki. Elini ağzıma, gözüme sokup, saçımı çekiyorsun. Çak bi beşlik işini abartıp elime, yüzüme, gözüme canın nereyi isterse oraya çakıyorsun(Bu oyunu sana öğretmem gerekirdi sanırım). Dişin kaşınırsa beni ısırıyorsun, tırnaklarınla beni kaşıyorsun. Aklına ne gelirse, hiç düşünmeden, korkmadan, sana bir zarar vermeyeceğimden kesin emin olarak onu yapıyorsun. Birkaç senden hatıra yaram, çiziğim olsa da bu durumu seviyorum. Bana bu kadar güvenmen muhteşem. 
Çünkü insan hayatta en çok ve belki de bir tek annesine bu kadar güvenir. 
O'nu böyle hor kullanır. Bu ısırıklar, tokatlar daha başlangıç.
 İnsan sevgisinden en emin olduğunu acıtır en çok. 
Kendimden biliyorum.

Seni çok çok çok seviyorum.
Benim küçük, ılık, tatlı bebeğimsin.
Göz bebeğimsin.